12 Mart 2023 Pazar

güvenlik

Telefonu çaldırdığımdan beri kapıyı pencereyi çok sıkı kapatıyorum. Dışarı çıkarken telefonu nereye saklasam diye düşünüyorum. İkide bir kontrol ediyorum. Aman şimdi şunu yapmayayım, bunu yapmayayım, neme lazım hemen eve geri döneyim diyorum. Eski telefonumla mı hayatıma devam etsem, bu evde kalsa, evde kullansam diyorum. Camide normalde çantamı falan koyarım bir yere ve "burası güvenli" der, bırakırım. Artık hiç öyle şeyler yapmıyorum.

Benden telefonumu değil, güven duygumu çaldılar. Yani ben hemen herkese güvenebilen bir insanım. Şimdi biri yanıma yaklaşsa hemen "hırsız mı acaba" diyorum. Sanki herkes bana kötülük yapabilirmiş gibi. Tamam, yapabilir de, ama böyle yaşamak çok zor değil mi?

Bir yandan da saybır sekuriti olan eşim belki de sürekli böyle dolaşıyor? Belki de o yüzden kimseye bir şey anlatmıyor ne bileyim? Zaten gitmişim onun beni "sakın söyleme" diye tembihlediği bir şeyi babama söylemişim. Yani ben bu meseleyi tamamen unutmuşum. "Konuştuk bunu" falan dedi, sinirlendi. Haklı da. 

Sonra benim de namaz kılarken aklıma şey geldi. Benim İngiltere'de şirketim olduğunu ailelerimize söylemeyecektik. Sonra o pat diye babamların yanında söyledi bunu. Biz aramızda konuşmadık ve tamamen benle ilgili bir mesela. Bari orada annem olmasaydı yani neden söyledin ki şimdi bunu? 

Ama ben bunla ilgili ona kızmadım. Mesela çayı da çok açık demliyor ama ben "çok açık olmuş" diyorum sadece. O olsa saatlerce alır sazı eline, sana güvenemeyecek miyim diye başlar. Aman ya.

Ben zaten bu işleri hiç beceremiyorum. Güvenim elimden alındı diyorum ya. muhtemelen o eşimin söyleme dediğini söyleyerek ben de onun güvenini elinden aldım. Ama gerçekten bilerek yapmadım ve ben böyle şeyleri aklımda tutamıyorum yani. Benden beter insanlar da var yani bu bir mazeret değil ama bazı insanlar unutkan işte.

Ayrıca insan hata yapan bir varlık yani? Robot muyum ben? Değilim. İyi ki değilim yüce Rabbime binlerce şükür. 

Ben de birilerinin güvenini sarsıyormuşum demek telefonunu çalarak değil. Ve verdiğim zarar o kadar büyük değildir yani bence mantıken kıyaslanamaz bile. Ama biliyorsunuz, zihnim pek sağlıklı çalışmıyor. Ay bu arada "acaba ilaçlar mı beni bu kadar unutkan yapıyor" dedim ilk, sanki eskiden bu kadar şapşik değilmişim gibi.

Neyse, ne yapıyorduk? O sevmediğimiz duyguda kalıyorduk. Anda kalıyorduk. Kaldım işte mal gibi iğrenç bir duygu ama kalıyorum.

Bir de şu güvenlik meselesiyle ilgili aslında başlı başına bir yazıyı hak eden şey var. Onu da anlatayım.

Geçen akşam arabayı park ettim, camiye doğru gidiyorum, akşam yeni okunmuş, hava yeni kararıyor yani. Bir kadın böyle telaşla "buralarda küçük bir çocuk gördünüz mü" dedi. "hayır, ben yeni geldim" dedim. benden önce bi adama sordu, adam da "ben yeni çıktım şu binadan" dedi. kadın telaşla bakınmaya devam etti. 

Ben hemen "bu bir tuzak mı? hırsızlık yapmak için dikkat mi dağıtmaya çalışıyorlar" dedim. sonra kıpkırmızı montumla kabak gibi ortada olduğumu, etrafımda binalar olduğunu, o kadar da ıssız bir yerde olmadığımı, şu duvarı aşsam zaten kalabalığa varacağımı düşündüm. inşallah zor kullanıp ceplerimi boşaltmazlar falan dedim. 

Sonra ikinci ihtimal aklıma geldi, ya gerçekse? ya gerçekten kadın çocuğunu kaybetmişse? Bu çok korkunç bir ihtimal. Hem herhangi bir çocuğun kaybolması çok korkunç hem de o kadının polise bildiremeyecek olması da çok korkunç. Çünkü polise dese ki "ben çocuğumu kaybettim" o polis o çocuğu bulur ve "demek buna bakamayacak kadar sorumsuz birisin" der ve elinden alır. yani kadın çaresiz bir durumda ve devlete de haber veremiyor. halbuki o bir çocuk, kadının bir dalgınlık anında alıp başını gitmiş olabilir ya da daha kötüsü, birisi alıp götürmüş olabilir. ha bir de, kadın aramasa bile etraftakiler görüp şikayet edebilir ve yine çocuk elinden alınabilir.

Bunlar bana hep şehir efsanesi gibi gelirdi ama geçende Hacı Teyzemler anlattı. Burada Türk bir aile, sanırım Kayserililer, çocuklarını büyük çocuklarına emanet edip hacca gidiyorlar, bir aylığına. burada kalan çocuklardan biri arkadaşlarıyla dışarı çıkmak istiyor. büyük abi de emanet çocuklar bir şey olur şimdi diye izin vermiyor. üsteleyince odaya kilitliyor çocukları ki çıkmasınlar. sonra bu çocuk o odadan polisi mi arıyor, arkadaşlarını mı arıyor. sanırım arkadaşlarını arıyor, onlar da polise haber veriyorlar. polis geliyor alıyor evden. anne-baba hacdan bir geliyor, çocuklar yok, polis almış götürmüş. sosyal devlet ya. "sen anne olsaydın bir aylığına bırakıp gitmezdin" diyorlar. ve ne yaptıysalar çocukları vermiyorlar. 18 yaşına kadar devlet korumasındalar. öyle bir imtihan. Allah korusun.

Allah korusun gerçekten, her türlü kazan beladan. Bizim aklımıza gelmeyecek ne imtihanlar var.

1 Mart 2023 Çarşamba

Başörtüm ve Ben

Dikkat: Bu bir 28 Şubat yazısı değildir. Lütfen arka fondaki enstrümantal müziği kapatınız. 


Ben başörtüsü deyince, herkes 28 şubat diyor, Google’lamasam bilmem valla, 28 Şubat ne zaman? Baktım 97’ymiş. Ben 7 yaşındayken. İlk çıkan fotoğraflardaki kızlardan biri benim liseden arkadaşımdı. Eylemlere katıldığı için sınıfta kalmıştı, vay be demiştim, dava adamı. Artık ne demekse, bunu çok duyuyordum. Her neyse, benim hikayem şöyle başladı:

Çok erkekli bir ailenin, biricik, en küçük kızıyım. El bebek gül bebek büyütüldüm. Öte yandan, abilerim birbirlerinin izinden giderken, benim izinden gidebileceğim bir ablam yoktu. Annem vardı ama o da pek benim olmak istediğim birine benzemiyordu. Ben profesör olmak istiyordum, hiç annem gibi bir profesör görmemiştim. Öğretmen olmak istiyordum, annem gibi bir öğretmen? Mümkün değil! Benim annem pantolon bile giymezdi.


Ben tayt giymek isterdim, sıfır kol giymek isterdim. Arkadaşlarımın hepsi giyerdi. Ama ben giyemezdim. Daha cicili biçili ama çaktırmadan kapatılmış kollarla elbiseler dikilirdi. Bazen boyumun uzunluğu bahane edilirdi ama bilirdim, minnacık da olsam giydirmezlerdi. Neyse bunları geçiyorum, elbet bir gün başımı bağlayacağımı biliyordum. Ama ben mantıklı kızdım, öyle bir şey kültür diye gelenek diye yapmazdım. Kur’an’da mı yazıyor ve bu benim kutsal kitabım mı? “O zaman bağlarım” demiştim. Bağladım. Annem havalara uçtu, babam ne yaptı bilmiyorum, öğretmenim beni kucağına alıp döndürdü sınıfın ortasında. Kendi açıktı ama nasıl da sevinmişti öyle, hayret doğrusu.


Sadece servisle okula gidip gelirken takıyordum ama, mahalledeki arkadaşlarım beğenmezdi beni öyle. Bir de anneleri sürekli kenara çekip vaaz verirdi bana, daha gençsin, saçlarına yazık, annen gibi mi olacaksın.... Ben de sokağa çıkmayı bıraktım, bilgisayarın başına geçtim. 10 parmak ve bu kadar hızlı yazabiliyorsam, o günlerden hatıra. 


Okula gidince de çıkarıp dolaba koyuyordum başörtümü, okula giderken takılmaz çünkü. Dershaneye gidince de çıkarıp çantama koyuyordum, eğitim kurumlarında başörtüsü olmaz çünkü. Okurken çıkarıyorum işte ama benim gibi çıkaranların olduğunu bilmek güzel, yalnız hissetmiyorum.


Liseye giriş sınavları, ben bir Anadolu lisesini kazandım, yabancı dili Almanca, of ne okuldu ama! Ortaokulda koleje gitmişim zaten İngilizcem iyi, bir de üstüne Almanca öğreneceğim.  Ama şimdi oradaki tek tük başörtülüden biri olacağım, kapının bile dışında sokakta, kaldırımda çıkarıp koyacağım çantama başörtümü. Herkes bilecek benim başörtülü olduğumu, ezik diyecek, köylü diyecek, anası babası zorla kapatmış diyecek. Öf ya! Kayıt olmaya gittiğimde de sekreter kadının kırmızı ojelerine, etraftaki sigara dumanına acayip sinir oldum, “anne gel çıkalım buradan” dedim. 


O sırada dıdısının dıdısı ama Amerikalarda okumuş bir tanıdık telefon açtı, Kadıköy ya da Kartal İmam Hatip’e baksanıza bir, çok başarılı okullar dedi. Baktık, başarılı olduklarına ikna olduk, diploma notuyla alınan bölüme yazıyoruz, sonuç ne olur bilemeyiz mırın kırın, nihayetinde kaydolduk. 


Okul formasında başörtüsü var, ilginç. Etekler upuzun, hayret. İlk gün abim bıraktı okula. Böyle gözlerim dolu dolu, sıraya falan geçtik. Bekliyorum ne zaman başımızı açacağız, kimse açmıyor. İstiklal Marşını başörtülü okuduk. Oha artık! “Herhalde içeriye geçince açacağız, böyle derse girecek halimiz yok ya?” diyorum. Peheyy, meğer öğrenciler başlarını açmamak için kapılara zincirlemişler, haberlere çıkmışlar. Ben hiç haber de mi izlemiyor muşum? Valla hiç duymamıştım, bir kere babam bizi yolun kenarına götürmüştü böyle el ele tutuşmuştuk tanımadığımız bir sürü adamla, İstanbul’dan Ankara’ya yol mu gidecekmiş ne? Ama onda da şöyle bir durmuştuk, tarafımız belli olsun diye, çıkmıştık.


Neyse ben öğrendim ki, Kur’an’da yazıyorsa çıkarılmazmış, direnmek gerekirmiş, öyle baş açıp da üniversiteye gitmek neymiş. Tutturdum bu sefer açmam. Puanım kırılırsa kırılsın, başka liseye de geçmem. Üniversiteye gidemezsem gidemeyeyim. Hem belki giderim de herkes Viyana’ya gidiyor.


Viyana kısmı ayrı bir öfke nöbeti. Girmiyorum. Ben beni başörtümle alabilecekleri tek üniversite olan ilahiyattan zerre haz etmiyorum. Çünkü maalesef etrafımda gördüğüm ilahiyat mezunları şöyle; yürüyen kül tablaları, köylü kafalarını bize dayatmaya çalışan pısırık adamlar. Cemal Hocam hariç. Hepsine ayrı kızıyorum. Ben Almancayı, Anadolu Lisesi’ni bırakmış gelmişim, bana burada ders bile anlatmıyorlar. Üniversite sınavına kaydolurken “okuyup da ne yapacaksın? Okusan doktorla evleneceksin, okumasan yine evleneceksin” diyorlar, açık açık. Bu kafadaki adamların olduğu yere gitmek istemiyorum. Asla!

Neyse sonra arkadaşım gidiyor ilahiyata, her sene çok az ilahiyat öğrencisi alıp yetiştiren müthiş bir kütüphaneye rast geliyor, her akşam bana anlatıyor, Merve Amerika’da yapmışlar doktorayı bak hiç ilahiyatçı gibi değiller bilmem ne. Tamam diyorum ben de gideyim de o kütüphaneye gireyim ben de. İlahiyata çok takılmam, kütüphaneden sonuna kadar faydalanırım, falan filan.


İlahiyata gidiliyor, mezun olunuyor. KPSS’ye öylesine giriliyor, çok düşük bir puanla öğretmen olunuyor, puanım gerçekten şaka gibi. Böyle söylentiler dolaşıyor, başörtülü girmemize izin veriliyor muymuş falan? Vay, ülkede hala başörtüsü sorunu var değil mi diyorum, neyse derse girmeme izin vermezlerse direnirim, kaybedecek bir şeyim de yok zaten diyorum. Hem ben asıl akademisyen olmak istiyorum, rahat rahat yüksek lisansımı yaparım.


Kılık kıyafet serbestisi, derslere rahatça giriyorum. Bir yandan üniversitede dersler, tez dönemi derken tezin sahasını yapıyorum. İnsanlara şunu soruyorum: İstanbul deyince aklınıza ne geliyor? Bana durup durup hükümetten bahsediyorlar. Anlamıyorum, ben size İstanbul soruyorum, bu bilimsel bir araştırma, hükümet ne alaka? Partiden misiniz diyor biri? Lan manyak mısın, tarafsız bilim yapmaya çalışıyoruz şurada!


Savruluyorum, mülakatlar bitiyor ama ben her seferinde sarhoş gibi oluyorum. Ulan bilim milim yapacağız dedik ama bu önyargılarla nasıl yapacağız? Ben hükümetin adamı mıyım? Valla ben pek oy moy vermem diye bağırsam da duymazlar herhalde. Gezi zamanı gördük, en yakın arkadaşlarım bile söylediklerime değil giydiklerime bakıyordu. Öf hepsi ayrı can sıkıcı…


Diyorum ki ben en iyisi bu eşarbı çıkarayım. Annem üzülür ama geçer, babam bir şey demez. Arkadaşlarım ne derse desin, hocam ne der acaba? Tamam çıkardım bu sefer de kendimi bildim bileli en fazla sorduğum soru “ne giyeceğim?” Elbiselerin boyu ne kadar olacak? Kısa kol giyme derecem ne olacak? Saçlarımı nasıl yaparım? 


O zaman da çiçekli elbiseli kız olurum, sarışın kız olurum, saçlarını şöyle toplayan kız olurum, bu elalemin ağzı torba değil ki büzesin, hep bir şey derler illa. Ben en iyisi bu saçları pembeye boyayım. Pembe saçlı kız olayım ama bu benim için oyun olsun. Başörtüsü de benim için avantaja dönüşsün. Kimliğimi gizleyebileyim. Siz beni varoş cahil cühela bilmem ne sanın ama ben aslında pembe saçlı kız olayayım. Sizi gidi salaklar! Hem böylelikle açamam da başımı. Çünkü gerçekten uğraşamam pembe saçlı kız olarak anılmakla. Ben düz Merve olmak isterim. Olamazsam da sizi böyle kandırırım işte.


Sonra ben Haziran’da Fransa’ya gidiyorum, çok sevdiğim kendi alanımda bir dernekte sunum yapacağım, tezimi anlatacağım. Dernek başkanı beni çok seviyor, elimi tutuyor, gözleri doluyor. “Buraya Türkiye’den gelen ilk kişisin” diyor. Bir tek başkan değil, bence herkes beni seviyor. Etrafıma bakıyorum, iyi ki buraya ilk ben geldim diyorum. Ve iyi ki de başörtümle geldim. Başörtüm ve güler yüzümle Türkiye’den gelen kız olmak çok güzel, ayrıca rengarenk kolyelerim de çok tatlı değil mi?


Daha sonra ben kendimi Umre’de buluyorum. Aylardan Ocak. Nasıl zor bir ibadet o öyle, kalbim sıkışıyor, bir şey hissedemiyorum, Allah’ım diyorum ben herhalde münafığım, bir şey hissedemiyorum. Olmuyor bir türlü, neyse dualar, tavaflar, yavaş yavaş oluyor sanki bir şeyler. Umre bitti, ihramdan çıkacağız. Saçlarımızı keseceğiz. “Otele gidince keselim” diyorlar. Hayır şimdi keselim diyorum, anlamıyorlar sabırsızlığımı, allem ediyorum kallem ediyorum iki arada bir derede o bir tutam saçı kesiyorum. Böyle bakıyorum, pespembe. Ama ne kadar da güzel pembe! Hoplaya zıplaya otele dönüyorum. Saçı komodinin üzerine koyuyorum, durup durup bakıyorum: Allah’ım diyorum, ben bunun imtihanını çok ağır verdim, ama çok ağır...

Yani sandım ki ben onla imtihan oldum, bitti. Yok arkadaş, google’lamasam yılını bilemeyeceğim başka olaylar, başka yaftalamalar, başka sorular, başka sunumlar, başka hatırlatmalar. Biter mi sandınız acılar?


Lütfen: “Bu bizim merve mi ya” diye çok sorgulamayınız, araştırmayınız. Sadece yorgunluğumu ifade etmek istedim. Benim gibi yorgun hissedenler vardır belki de burada üzerine konuşuruz diye. Yoksa çok şükür öğrendim “olanda vardır bir hayır” demeyi, hikayemi sürekli başa sarıp “başka türlüsü mümkün müydü?” diye sormayı bırakmayı. 

Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. 


İmza: Herhangi bir merve.


(Bu yazıyı 2020'de Halenur Çalışan'ın yazarlık atölyesinde yazmıştım. Bir tarihle ilgili bir yazı yazın demişti, ben de 28 Şubat'tan bahsetmeyi hiç sevmem, yazayım da bitsin gitsin kurtulayım diye yazmıştım. Bitmedi ama iyi oldu. Reçel'e gönderdim mi hatırlamıyorum. Ama belli ki göndermek için düzenlemişim.)


28 şubat

 Dün 28 şubatmış. Yeminle hangi yıla denk geldiğini bilmiyorum ama 33 yaşındayım, hala etkiliyor beni. Koca koca böyle ağız dolusu küfürler etmek istiyorum. Gencecik halimde “biz büyüyünce böyle adaletsizler yapmayacağız” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra büyüdük ve benim böyle koca koca küfürler etme isteğim devam etti. Ağzım açık kalakaldım. “Biz” kimmişiz üzerinde epey düşündüm. Allah’ım sen beni bu dünyada da ahirette de salihlerle beraber kıl. Amin.