13 Şubat 2022 Pazar

About Reading

Ben 10 ay boyunca Reading adlı küçük bir şehir de yaşamıştım. İlk taşındığımda artan vakalar sebebiyle 4 ay boyunca tam kapanma vardı. Yani şehirde sadece marketler açıktı. Kafelerin sadece gel-al servisleri açılmıştı. Sonra zamanla kurallar gevşeyince ve ben de evden çıkabilince, gidip çarşıdaki şirin bir İngiliz kafesinde bilgisayarımı elime alıp notlar tuttum. Bu notlar onlar:

The notes I wrote down what I saw while sitting in the cafe

Reading Yaşlıları

Dikkatimi en çok çeken şey: yaşlı çiftler. Yan yana yürüyen yaşlı çiftler. Birlikte markete gidenlere de şaşırıyorum ama en çok bir kafeye gelip kahve içip giden yaşlı çiftlere şaşırıyorum. Büyük bir olay değil, bir seremoni değil ama geliyorlar, kahvelerini içiyorlar ve gidiyorlar. Mesela şu anda tam yan masamda bir çift var, tam böyle. Geçen gün de aynı şekilde bir çift gelmişti. Aynı şekil dediğim, erkek daha yaşlı olduğu için geçip oturmuştu ve kadın siparişi verip kahveyi alıp gelip masaya oturmuştu. Hiç konuşmuyorlar ama birbirlerine kızgın da değiller. Sakin sakin kahvelerini içiyorlar. Hatta teyzem hapur hupur kekini yiyor. 

Biz böyle sahnelere hiç alışık değiliz tabi. Mesela hala şeyi yadırgıyorum, teyzem çok yaşlı, kahve siparişi verdi ve kafedeki kız kahveyi uzatıyor, teyzenin gelip almasını bekliyor. Biz olsak zahmete girer, o büfeyi geçer, kahvesini masaya koyar. Teyzeye, amcaya mutlaka bi laf atarız. Tabi tüm bunları yaparken de onlara bakıma muhtaç oldukları mesajını vermiş oluruz. Halbuki yo, gayet de kendi işlerini kendileri görüyorlar işte. Güç bela bile yürümüyorlar. 

Yalnız hiç konuşmuyorlar dedim diye mi bilmem, konuşmaya başladılar. Ne dediklerini anlayamıyorum, çok İngiliz çıktılar. Her neyse, biz o çiftimizi bırakalım, devam edelim.

Türkiye’de bu yaşta insanları eşleri hayatta bile olsa tek görmeye alışığız. Bu çok garip değil mi? Şöyle bir teyzeyle dedeyi yan yana görünce şaşırıyoruz. Belki de benim etrafımda yoktur ama çarşıda pazarda bile çok ender görüyorum yahu. Teravihe giden teyzeler amcalar bile cinsiyetlere göre dağılıp gidiyor. Teyze geliniyle, torunuyla, yeğeniyle gider, amcalar genelde tek gider gibi geliyor bana. Bu gözlemim ne kadar gerçeği yansıtıyor bilmem, sadece bana öyle geliyor.

İlk geldiğimde de çok dikkatimi çekmişti, hala çift görünce şaşırdığıma göre 6 ayda alışamamışım buna demek. Güzel.

Gençler

Çarşıya inip de gelip geçen insanlara baktıkça sanki insanoğlunun en zor dönemi ergenliği gibiymiş hissediyorum. Çocuklara bakıyorum, mutlu, yaşlılara bakıyorum, bir dinginlik var, yetişkinler yanlış da olsa bir şeyleri yerine koymuş gibi, ama ergenler öyle mi? Üstlerine başlarına çokça özenmişler ama bir yandan da hiç ilgilenmiyormuş havası veriyorlar. Bedenleri yetişkin bedenine benziyor ama onla ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kaş göz süzmeler, abartılı kahkahalar bir yandan da utangaç bakışlar. Allah iyilerle karşılaştırsın, doğru yoldan ayırmasın diye dualar ediyorum gördükçe. Zor, çalkantılı bir dönem umarım doğru yolu bulurlar diyorum. Ve böyle endişeli gözlerle bakıyorum onlara. Çok yanlış yapacaksınız ama kendinize zarar vermeyin olur mu demek istiyorum. Sizler azizsiniz, izzetlisiniz, şereflisiniz, maddi boyutunuzun da manevi boyutunuzun da devasa bir değeri var ve kimse buna zarar vermemeli, kıymetinizi bilin demek istiyorum onlara. İçinizde müthiş bir potansiyel var, lütfen güzel işler yapın diyesim geliyor. O enerjiyle neler neler yapılmaz ki, kum yığını ver kocaman kale yapsınlar, yetişkinler olur mu olmaz mı diye tartışına kadar onlar suyu taşır getirir, dener yanılır bulur kaleyi diker boyunca. Böyle düşünüyorum.

Aşıklar

Ara ara yeni tanışan çiftler görüyorum, o kadar belli ki yeni tanıştıkları. O karşı cinsi tanımanın heyecanı, beğenilmenin getirdiği güzellik ve utangaçlık, o kadar güzel hissediyor ki insan onları görünce. Mesela daha demin benim kahvemi ikram eder, sizin için isterseniz masayı silebilirim diyen kız önümden geçti, kolunda çantası, yanında güzel bir delikanlıyla. Böyle ikisi belli bir mesafede uzak uzak duruyorlar birbirlerine kaçamak gülüp bir yandan muhabbeti sürdürmeye çalışıyorlar. Bu ana şahit olmak bile insana çok iyi geliyor.

İnsana insan gerek diye çok düşünüyorum, çünkü 6 aydır çok az insan görüyorum. 6 ay önce de çok insan gördüğüm söylenemezdi ama en azından 10 katı daha fazla insan görüyordum. En azından pazara gidince pazarcı abiyle laflayabiliyordum, komşulara börek tarifi sorabiliyordum, yoldan geçen Afganlara Bim kart uzatıp “bunu biliyor musunuz?” diye sorabiliyordum. Her neyse, mesela şu an bu kafeye gelip yanımda yöremde insanların konuştuğunu duymak bana o kadar iyi geliyor ki. Gördüklerimin illa ki aşıklar olmasına gerek yok. İnsanlar, geçiyorlar yanımdan, onlar da bir şeyler yaşıyorlar. Hepimiz bu dünyadayız, bir şekilde imtihanlar oluyoruz, seviniyoruz, üzülüyoruz, ağlıyoruz, yaşıyoruz, bazen hiçbir şeyi umursamıyoruz, ama buradayız işte. Ve birileri bir diğerlerine aşık oluyor ve bunu gördüğümüzde bile mutlu olabiliyoruz. Bu kadar işte.

Kafeler

Açıkçası öyle çok fazla kafesini bildiğimden değil ama bugün fark ettim ki, ben picnic’te oturuyorum ve buraya hep İngilizler geliyor. Yani yanımda yöremde hep nezih İngiliz aksanlı kimseler oturuyor. Ama şu karşıki kahvaltıcıda hep göçmenler, yanımdaki Starbaks'ta göçmen bile olduklarından şüpheliyim, korona olmasa turistler diyeceğim, onlar var, köşedeki costa’da ise her öğlen Türk amcaları görüyorum zaten ama orada da genelde göçmenler. Picnic’te ise yaşlı amcalar bile geliyor. Belki Costa’da da otursam böyle düşüneceğim, emin değilim. Belki bir ara orada da oturum.

Kafedeki Çocuklar

İlk defa bu kadar çok çocuk var. Sessiz sakinler ama yine de çocuklar. Ne istedikleri konusunda kararsızlar. Tabi ki smokinli bir beyefendi gibi kibar kibar oturmuyorlar. Ama yine de etrafı yıkmıyorlar. Uslular yani. Bunda sürekli açık havada olup enerjilerini boşaltmalarının etkisi olabilir. Yoksa bunlar da boş olan sandalyelerde oturuyorlar, etrafa yayılıyorlar, sürekli hareket halindeler. Havuçlu kekim ne zaman gelecek diye sabırsızlanıyor mesela çocukcağız.  

Ayrıca belirtmem gerekir ki, ne kadar cinsiyet eşitliği dersek diyelim, çocuğun kekiyle yiyeceğiyle anne daha çok ilgileniyor. Evet, gidip yiyecek alan babalar da var ama yine de anne tabaklara eşit paylaştırmaya çalışıyor, falan filan. Yaşlı çiftlerde zaten kahveyi alıp adamın önüne koyanlar hep nineler. Gençlerde de durum çok da farklı değil. Bu kötü bir şey mi? Artık emin değilim. Eskiden adaletsizlik gibi gelirdi.

Şimdi de bebek arabasıyla bir baba geldi. Geldiğinden beri sipariş verirken dahil telefonda konuşuyor, şu anda da kulağında hala kulaklık, arada gülüyor, bir yandan da çocuğuna yemek yediriyor. Çocuğuyla mı konuşuyor yoksa kulaklıkla biriyle mi konuşuyor bilmiyorum. İstanbul’da böyle bir manzara görsem adama kahraman gibi bakardım. Burada da çok görmüyorum ama yine de görünce şey dedim: Mesai saatleri azdır, eşiyle ikisi de part time çalışıyordur ve bugün çocuğa bakma sırası adamdadır.

Biz bu kadar uzun saatler çalışıp az para kazandığımız sürece bu cinsiyet eşitliğini uygulayabilmek zor gibi geliyor bana. Bilmiyorum. Kafamı kurcalayan meseleler bunlar.

Tarz Sahibi İnsanlar

O kadar az ki! Bunu bir türlü anlayamıyorum. Gerçekten bu ülkede çok ucuza çok güzel bir şekilde giyinebilirsiniz. Ama bunu tercih eden çok çok az insan görüyorum. Mesela şuan bir kadın geldi kafeye, elinde koca koca Zara poşetleri var, tarzı da tam zara zaten. Bakıyorum, ayakkabısı düz spor ayakkabı, tabanı leopar desenli sadece ve hakikatan hoş duruyor. Üzerinde üç kat fırfırlı kruvaze siyah kısa kollu bir elbise, siyah büyük tote çanta, saçlar düz toplu, gözlüğü leopar desenki. Çok çok sade. Ama çok şık. Onun dışındaki çoğu kişi kot tshirt. Bu kadın da kot tshirt giyebilir ama giyse de şık olur, boynuna bir fular takar ya da bir kolye falan. Daha demin otururken rujunu tazeledi. Ama bakın sadece rujunu, yüzünde herhangi bir şey yok. Burada Türkler kadan makyaj yapan bir tek Rusları görüyorum zaten. Aklım almıyor ama neden bu insanlar şık olabilecekken olmamayı tercih ediyor?

Bugün 12-1 arasında da picnic’teydim. Çok daha fazla şık insan gördüm. Belli ki buralarda bir yerlerde çalışıyorlar ve öğle arasında bir şeyler atıştırmak için geliyorlar. Salatamsı şeyler alıyorlar. Eh çünkü zaten burası vegan/vejeteryan bir kafe. Home made kekler satmasıyla ünlü. Yani çikolatalı kek yerken vicdanınızın o kadar da sızlamadığı bir yer. Vegan toplar falan satıyorlar, onu görünce sen yanındaki çikolatalı keki de sipariş versen şöyle hissediyorsun: ama bu zeytinyağlı, sağlıklı. Yine de fabrikasyon keklerden iyidir. 

Kafe

Bu sefer biraz daha yola yakın bir yere oturdum. Kendimi kafede hissediyorum ama neredeyse yoldayım. Artık buranın insanlarına alıştım, Londra’dan farklı, daha sade, hatta neredeyse görünmez insanlar. Birkaç gündür Müslümanların sayısının fazlalığı dikkatimi çekiyor. Ama o da normal geliyor yani. Bu arada bulunduğum kafe gerçekten bir İngiliz kafesine benziyor. Çünkü burada bembeyaz solukça tenli kızılca saçlı bir beyefendi de çalışıyor. Ortama bir tane böyle beyaz tenli koy, kendini hemen Britanya’da hissediyor insan zaten. Güzel bir his. Çünkü hemen ilerideki Tortilla’yı gördükçe Washington’daki Tortilla’da tüm yemeği üstüme döktüğüm geliyor, köşedeki Pret a Magner’den de ilk Washington’da alışveriş yapmıştım. Mağazalar zaten aynı, restoranlar zaten aynı, fast food lokantaları, kafeler, hepsi hepsi aynı. İstanbul’da mıyım, Berlin’de miyim, Londra’da mıyım, Reading’te miyim? Picnic’te oturmak biraz Readingli hissettiriyor ama Starbucks’ın komşusu yani, o tarafa bakmaman gerek. 

Güzel elbiseli ellerinde çiçekleriyle kadınlar

Daha demin önümden bir kadın geçti. Krem rengi üzerine küçük kahverengi desenleri olan upuzun kat kat bir elbise giyiyordu. Elbisesi en az üç kat, fırfırlı. Üzerinde kahverengi deri bir ceket. Saçları kumral ve küt. Elinde de bir buket. Buketin boyu kısa ama dolgunca. Çiçeklerin ne olduğunu göremedim. Elinde de bir iki poşet, John Lewis’ten alışveriş yapmış. Ayağında düz krem rengi bağcıklı ayakkabılar. Zaten burada ne kadar güzel giyinirlerse giyinsinler altlarında hep düz ayakkabılar. Rahatlar. Elbiseler de genelde bol zaten. Yine de bu kadar rahat giyinmelerine rağmen çoğu kişi kot, tshirt, dümdüz şeyler tercih ediyor. Eh, ben de kendimi zorlayıp etek giydim bugün. Ama bu zorlamaya değer bence. 




okuyorum, yazıyorum.

Geçen gün birileri yeni kararlar almış, her gün düzenli kitap okuyacağım falan demiş. Ben de baktım şaşırdım. Yani ben her gün okumuyorumdur belki ama iyi bir okurumdur, o alışkanlığı kazanmışım dedim. Ve okurken hiç stres de olmuyorum, ay bugün de kitap okumadım diye vicdan azabı yapmıyorum. 32 yaşındayım ve kitap okurum diye tanımlarım kendimi. Hatta pandemiyle birlikte sekteye uğradı, yani nerede nasıl okuyacağımı bilemedim çünkü genelde metroda, otobüs beklerken falan okurum. Ama artık evde de yavaş yavaş bir düzen oturdu. Çorbayı koyup kaynayana kadar okumaya başladım hamdolsun. Yine de metroda okuduğumun tadını vermiyor. 

Her neyse, sonra ben şeyi de fark ettim: ben yazıyorum da. Mesela bu blog, ara ara da olsa yazıyorum. Bundan önce inehk vardı ve çok güzel yazardım ama yayılmaya başlayınca kapatmıştım, onun yasını tutmanın alemi yok. Bilinmek istememiştim. Ama buraya yazıyorum işte. Bunun dışında da bir sürü şey yazıyorum.

Bilgisayarımda farklı farklı dosyalar var. Onları burada yayınlayabilirim zaman zaman diye düşündüm.


Burayı sanırım kimse okumuyor. Okumalarını ister miyim emin değilim. 

Belki twitter'daki arkadaşlarıma bağlantıyı verebilirim.

Onları seviyorum. 

Öyle işte,

daha çok yazmak dileğiyle,

Selamlar