30 Ocak 2024 Salı

Filistinli Kadınlara Türkçe Öğretmeye Başladım

"Gazzeli kadınlara Türkçe öğretecek gönüllü öğretmen aranıyor" ilanına pat diye atladım tabi. Sonra kendimi çok güzel bir ekibin içinde buldum. Sonra karnıma ağrılar girdi. "Yapabilecek miyim? Nasıl yaparım? Ya vakitlerini boşa harcarsam?" diye diye ilk derse girdim. Ve yaptım. Sadece çok hızlı ilerlemiş olabilirim. Genellikle yavaş olmam konusunda uyarılırım zaten, sorun değil.

Birbirinden güzel dört kadın gördüm bugün. Ama sanırım 6 kişiler toplam. Bir yandan "merhaba, nasılsın, iyiyim sen nasılsın?" bunları öğretirken bir yandan da kadınlara bakıp bakıp mutlu oldum. İçimden şöyle şeyler geçti:

Evet, anlatıldığı gibi Filistinliler öğrenmeyi çok seven insanlar.

Evet, ilgili ve zekiler.

Ne güzel gülüyorlar.

Bize Filistinlileri hep çok güzel anlatan herkese müteşekkirim. 

Bize neden Suriyelileri böyle anlatmadılar? Aynıları orada da oldu.

1 saat ders yaptık. Sonra onlara "Hoşça kal ve güle güle"yi öğretip kapattım dersi. Elimde değil, sürekli öpücük gönderiyorum kadınlara. Afferin derken öpüveriyorum. Tüm Türkleri benim gibi sulu sanmazlar inşallah.


12 Mart 2023 Pazar

güvenlik

Telefonu çaldırdığımdan beri kapıyı pencereyi çok sıkı kapatıyorum. Dışarı çıkarken telefonu nereye saklasam diye düşünüyorum. İkide bir kontrol ediyorum. Aman şimdi şunu yapmayayım, bunu yapmayayım, neme lazım hemen eve geri döneyim diyorum. Eski telefonumla mı hayatıma devam etsem, bu evde kalsa, evde kullansam diyorum. Camide normalde çantamı falan koyarım bir yere ve "burası güvenli" der, bırakırım. Artık hiç öyle şeyler yapmıyorum.

Benden telefonumu değil, güven duygumu çaldılar. Yani ben hemen herkese güvenebilen bir insanım. Şimdi biri yanıma yaklaşsa hemen "hırsız mı acaba" diyorum. Sanki herkes bana kötülük yapabilirmiş gibi. Tamam, yapabilir de, ama böyle yaşamak çok zor değil mi?

Bir yandan da saybır sekuriti olan eşim belki de sürekli böyle dolaşıyor? Belki de o yüzden kimseye bir şey anlatmıyor ne bileyim? Zaten gitmişim onun beni "sakın söyleme" diye tembihlediği bir şeyi babama söylemişim. Yani ben bu meseleyi tamamen unutmuşum. "Konuştuk bunu" falan dedi, sinirlendi. Haklı da. 

Sonra benim de namaz kılarken aklıma şey geldi. Benim İngiltere'de şirketim olduğunu ailelerimize söylemeyecektik. Sonra o pat diye babamların yanında söyledi bunu. Biz aramızda konuşmadık ve tamamen benle ilgili bir mesela. Bari orada annem olmasaydı yani neden söyledin ki şimdi bunu? 

Ama ben bunla ilgili ona kızmadım. Mesela çayı da çok açık demliyor ama ben "çok açık olmuş" diyorum sadece. O olsa saatlerce alır sazı eline, sana güvenemeyecek miyim diye başlar. Aman ya.

Ben zaten bu işleri hiç beceremiyorum. Güvenim elimden alındı diyorum ya. muhtemelen o eşimin söyleme dediğini söyleyerek ben de onun güvenini elinden aldım. Ama gerçekten bilerek yapmadım ve ben böyle şeyleri aklımda tutamıyorum yani. Benden beter insanlar da var yani bu bir mazeret değil ama bazı insanlar unutkan işte.

Ayrıca insan hata yapan bir varlık yani? Robot muyum ben? Değilim. İyi ki değilim yüce Rabbime binlerce şükür. 

Ben de birilerinin güvenini sarsıyormuşum demek telefonunu çalarak değil. Ve verdiğim zarar o kadar büyük değildir yani bence mantıken kıyaslanamaz bile. Ama biliyorsunuz, zihnim pek sağlıklı çalışmıyor. Ay bu arada "acaba ilaçlar mı beni bu kadar unutkan yapıyor" dedim ilk, sanki eskiden bu kadar şapşik değilmişim gibi.

Neyse, ne yapıyorduk? O sevmediğimiz duyguda kalıyorduk. Anda kalıyorduk. Kaldım işte mal gibi iğrenç bir duygu ama kalıyorum.

Bir de şu güvenlik meselesiyle ilgili aslında başlı başına bir yazıyı hak eden şey var. Onu da anlatayım.

Geçen akşam arabayı park ettim, camiye doğru gidiyorum, akşam yeni okunmuş, hava yeni kararıyor yani. Bir kadın böyle telaşla "buralarda küçük bir çocuk gördünüz mü" dedi. "hayır, ben yeni geldim" dedim. benden önce bi adama sordu, adam da "ben yeni çıktım şu binadan" dedi. kadın telaşla bakınmaya devam etti. 

Ben hemen "bu bir tuzak mı? hırsızlık yapmak için dikkat mi dağıtmaya çalışıyorlar" dedim. sonra kıpkırmızı montumla kabak gibi ortada olduğumu, etrafımda binalar olduğunu, o kadar da ıssız bir yerde olmadığımı, şu duvarı aşsam zaten kalabalığa varacağımı düşündüm. inşallah zor kullanıp ceplerimi boşaltmazlar falan dedim. 

Sonra ikinci ihtimal aklıma geldi, ya gerçekse? ya gerçekten kadın çocuğunu kaybetmişse? Bu çok korkunç bir ihtimal. Hem herhangi bir çocuğun kaybolması çok korkunç hem de o kadının polise bildiremeyecek olması da çok korkunç. Çünkü polise dese ki "ben çocuğumu kaybettim" o polis o çocuğu bulur ve "demek buna bakamayacak kadar sorumsuz birisin" der ve elinden alır. yani kadın çaresiz bir durumda ve devlete de haber veremiyor. halbuki o bir çocuk, kadının bir dalgınlık anında alıp başını gitmiş olabilir ya da daha kötüsü, birisi alıp götürmüş olabilir. ha bir de, kadın aramasa bile etraftakiler görüp şikayet edebilir ve yine çocuk elinden alınabilir.

Bunlar bana hep şehir efsanesi gibi gelirdi ama geçende Hacı Teyzemler anlattı. Burada Türk bir aile, sanırım Kayserililer, çocuklarını büyük çocuklarına emanet edip hacca gidiyorlar, bir aylığına. burada kalan çocuklardan biri arkadaşlarıyla dışarı çıkmak istiyor. büyük abi de emanet çocuklar bir şey olur şimdi diye izin vermiyor. üsteleyince odaya kilitliyor çocukları ki çıkmasınlar. sonra bu çocuk o odadan polisi mi arıyor, arkadaşlarını mı arıyor. sanırım arkadaşlarını arıyor, onlar da polise haber veriyorlar. polis geliyor alıyor evden. anne-baba hacdan bir geliyor, çocuklar yok, polis almış götürmüş. sosyal devlet ya. "sen anne olsaydın bir aylığına bırakıp gitmezdin" diyorlar. ve ne yaptıysalar çocukları vermiyorlar. 18 yaşına kadar devlet korumasındalar. öyle bir imtihan. Allah korusun.

Allah korusun gerçekten, her türlü kazan beladan. Bizim aklımıza gelmeyecek ne imtihanlar var.

1 Mart 2023 Çarşamba

Başörtüm ve Ben

Dikkat: Bu bir 28 Şubat yazısı değildir. Lütfen arka fondaki enstrümantal müziği kapatınız. 


Ben başörtüsü deyince, herkes 28 şubat diyor, Google’lamasam bilmem valla, 28 Şubat ne zaman? Baktım 97’ymiş. Ben 7 yaşındayken. İlk çıkan fotoğraflardaki kızlardan biri benim liseden arkadaşımdı. Eylemlere katıldığı için sınıfta kalmıştı, vay be demiştim, dava adamı. Artık ne demekse, bunu çok duyuyordum. Her neyse, benim hikayem şöyle başladı:

Çok erkekli bir ailenin, biricik, en küçük kızıyım. El bebek gül bebek büyütüldüm. Öte yandan, abilerim birbirlerinin izinden giderken, benim izinden gidebileceğim bir ablam yoktu. Annem vardı ama o da pek benim olmak istediğim birine benzemiyordu. Ben profesör olmak istiyordum, hiç annem gibi bir profesör görmemiştim. Öğretmen olmak istiyordum, annem gibi bir öğretmen? Mümkün değil! Benim annem pantolon bile giymezdi.


Ben tayt giymek isterdim, sıfır kol giymek isterdim. Arkadaşlarımın hepsi giyerdi. Ama ben giyemezdim. Daha cicili biçili ama çaktırmadan kapatılmış kollarla elbiseler dikilirdi. Bazen boyumun uzunluğu bahane edilirdi ama bilirdim, minnacık da olsam giydirmezlerdi. Neyse bunları geçiyorum, elbet bir gün başımı bağlayacağımı biliyordum. Ama ben mantıklı kızdım, öyle bir şey kültür diye gelenek diye yapmazdım. Kur’an’da mı yazıyor ve bu benim kutsal kitabım mı? “O zaman bağlarım” demiştim. Bağladım. Annem havalara uçtu, babam ne yaptı bilmiyorum, öğretmenim beni kucağına alıp döndürdü sınıfın ortasında. Kendi açıktı ama nasıl da sevinmişti öyle, hayret doğrusu.


Sadece servisle okula gidip gelirken takıyordum ama, mahalledeki arkadaşlarım beğenmezdi beni öyle. Bir de anneleri sürekli kenara çekip vaaz verirdi bana, daha gençsin, saçlarına yazık, annen gibi mi olacaksın.... Ben de sokağa çıkmayı bıraktım, bilgisayarın başına geçtim. 10 parmak ve bu kadar hızlı yazabiliyorsam, o günlerden hatıra. 


Okula gidince de çıkarıp dolaba koyuyordum başörtümü, okula giderken takılmaz çünkü. Dershaneye gidince de çıkarıp çantama koyuyordum, eğitim kurumlarında başörtüsü olmaz çünkü. Okurken çıkarıyorum işte ama benim gibi çıkaranların olduğunu bilmek güzel, yalnız hissetmiyorum.


Liseye giriş sınavları, ben bir Anadolu lisesini kazandım, yabancı dili Almanca, of ne okuldu ama! Ortaokulda koleje gitmişim zaten İngilizcem iyi, bir de üstüne Almanca öğreneceğim.  Ama şimdi oradaki tek tük başörtülüden biri olacağım, kapının bile dışında sokakta, kaldırımda çıkarıp koyacağım çantama başörtümü. Herkes bilecek benim başörtülü olduğumu, ezik diyecek, köylü diyecek, anası babası zorla kapatmış diyecek. Öf ya! Kayıt olmaya gittiğimde de sekreter kadının kırmızı ojelerine, etraftaki sigara dumanına acayip sinir oldum, “anne gel çıkalım buradan” dedim. 


O sırada dıdısının dıdısı ama Amerikalarda okumuş bir tanıdık telefon açtı, Kadıköy ya da Kartal İmam Hatip’e baksanıza bir, çok başarılı okullar dedi. Baktık, başarılı olduklarına ikna olduk, diploma notuyla alınan bölüme yazıyoruz, sonuç ne olur bilemeyiz mırın kırın, nihayetinde kaydolduk. 


Okul formasında başörtüsü var, ilginç. Etekler upuzun, hayret. İlk gün abim bıraktı okula. Böyle gözlerim dolu dolu, sıraya falan geçtik. Bekliyorum ne zaman başımızı açacağız, kimse açmıyor. İstiklal Marşını başörtülü okuduk. Oha artık! “Herhalde içeriye geçince açacağız, böyle derse girecek halimiz yok ya?” diyorum. Peheyy, meğer öğrenciler başlarını açmamak için kapılara zincirlemişler, haberlere çıkmışlar. Ben hiç haber de mi izlemiyor muşum? Valla hiç duymamıştım, bir kere babam bizi yolun kenarına götürmüştü böyle el ele tutuşmuştuk tanımadığımız bir sürü adamla, İstanbul’dan Ankara’ya yol mu gidecekmiş ne? Ama onda da şöyle bir durmuştuk, tarafımız belli olsun diye, çıkmıştık.


Neyse ben öğrendim ki, Kur’an’da yazıyorsa çıkarılmazmış, direnmek gerekirmiş, öyle baş açıp da üniversiteye gitmek neymiş. Tutturdum bu sefer açmam. Puanım kırılırsa kırılsın, başka liseye de geçmem. Üniversiteye gidemezsem gidemeyeyim. Hem belki giderim de herkes Viyana’ya gidiyor.


Viyana kısmı ayrı bir öfke nöbeti. Girmiyorum. Ben beni başörtümle alabilecekleri tek üniversite olan ilahiyattan zerre haz etmiyorum. Çünkü maalesef etrafımda gördüğüm ilahiyat mezunları şöyle; yürüyen kül tablaları, köylü kafalarını bize dayatmaya çalışan pısırık adamlar. Cemal Hocam hariç. Hepsine ayrı kızıyorum. Ben Almancayı, Anadolu Lisesi’ni bırakmış gelmişim, bana burada ders bile anlatmıyorlar. Üniversite sınavına kaydolurken “okuyup da ne yapacaksın? Okusan doktorla evleneceksin, okumasan yine evleneceksin” diyorlar, açık açık. Bu kafadaki adamların olduğu yere gitmek istemiyorum. Asla!

Neyse sonra arkadaşım gidiyor ilahiyata, her sene çok az ilahiyat öğrencisi alıp yetiştiren müthiş bir kütüphaneye rast geliyor, her akşam bana anlatıyor, Merve Amerika’da yapmışlar doktorayı bak hiç ilahiyatçı gibi değiller bilmem ne. Tamam diyorum ben de gideyim de o kütüphaneye gireyim ben de. İlahiyata çok takılmam, kütüphaneden sonuna kadar faydalanırım, falan filan.


İlahiyata gidiliyor, mezun olunuyor. KPSS’ye öylesine giriliyor, çok düşük bir puanla öğretmen olunuyor, puanım gerçekten şaka gibi. Böyle söylentiler dolaşıyor, başörtülü girmemize izin veriliyor muymuş falan? Vay, ülkede hala başörtüsü sorunu var değil mi diyorum, neyse derse girmeme izin vermezlerse direnirim, kaybedecek bir şeyim de yok zaten diyorum. Hem ben asıl akademisyen olmak istiyorum, rahat rahat yüksek lisansımı yaparım.


Kılık kıyafet serbestisi, derslere rahatça giriyorum. Bir yandan üniversitede dersler, tez dönemi derken tezin sahasını yapıyorum. İnsanlara şunu soruyorum: İstanbul deyince aklınıza ne geliyor? Bana durup durup hükümetten bahsediyorlar. Anlamıyorum, ben size İstanbul soruyorum, bu bilimsel bir araştırma, hükümet ne alaka? Partiden misiniz diyor biri? Lan manyak mısın, tarafsız bilim yapmaya çalışıyoruz şurada!


Savruluyorum, mülakatlar bitiyor ama ben her seferinde sarhoş gibi oluyorum. Ulan bilim milim yapacağız dedik ama bu önyargılarla nasıl yapacağız? Ben hükümetin adamı mıyım? Valla ben pek oy moy vermem diye bağırsam da duymazlar herhalde. Gezi zamanı gördük, en yakın arkadaşlarım bile söylediklerime değil giydiklerime bakıyordu. Öf hepsi ayrı can sıkıcı…


Diyorum ki ben en iyisi bu eşarbı çıkarayım. Annem üzülür ama geçer, babam bir şey demez. Arkadaşlarım ne derse desin, hocam ne der acaba? Tamam çıkardım bu sefer de kendimi bildim bileli en fazla sorduğum soru “ne giyeceğim?” Elbiselerin boyu ne kadar olacak? Kısa kol giyme derecem ne olacak? Saçlarımı nasıl yaparım? 


O zaman da çiçekli elbiseli kız olurum, sarışın kız olurum, saçlarını şöyle toplayan kız olurum, bu elalemin ağzı torba değil ki büzesin, hep bir şey derler illa. Ben en iyisi bu saçları pembeye boyayım. Pembe saçlı kız olayım ama bu benim için oyun olsun. Başörtüsü de benim için avantaja dönüşsün. Kimliğimi gizleyebileyim. Siz beni varoş cahil cühela bilmem ne sanın ama ben aslında pembe saçlı kız olayayım. Sizi gidi salaklar! Hem böylelikle açamam da başımı. Çünkü gerçekten uğraşamam pembe saçlı kız olarak anılmakla. Ben düz Merve olmak isterim. Olamazsam da sizi böyle kandırırım işte.


Sonra ben Haziran’da Fransa’ya gidiyorum, çok sevdiğim kendi alanımda bir dernekte sunum yapacağım, tezimi anlatacağım. Dernek başkanı beni çok seviyor, elimi tutuyor, gözleri doluyor. “Buraya Türkiye’den gelen ilk kişisin” diyor. Bir tek başkan değil, bence herkes beni seviyor. Etrafıma bakıyorum, iyi ki buraya ilk ben geldim diyorum. Ve iyi ki de başörtümle geldim. Başörtüm ve güler yüzümle Türkiye’den gelen kız olmak çok güzel, ayrıca rengarenk kolyelerim de çok tatlı değil mi?


Daha sonra ben kendimi Umre’de buluyorum. Aylardan Ocak. Nasıl zor bir ibadet o öyle, kalbim sıkışıyor, bir şey hissedemiyorum, Allah’ım diyorum ben herhalde münafığım, bir şey hissedemiyorum. Olmuyor bir türlü, neyse dualar, tavaflar, yavaş yavaş oluyor sanki bir şeyler. Umre bitti, ihramdan çıkacağız. Saçlarımızı keseceğiz. “Otele gidince keselim” diyorlar. Hayır şimdi keselim diyorum, anlamıyorlar sabırsızlığımı, allem ediyorum kallem ediyorum iki arada bir derede o bir tutam saçı kesiyorum. Böyle bakıyorum, pespembe. Ama ne kadar da güzel pembe! Hoplaya zıplaya otele dönüyorum. Saçı komodinin üzerine koyuyorum, durup durup bakıyorum: Allah’ım diyorum, ben bunun imtihanını çok ağır verdim, ama çok ağır...

Yani sandım ki ben onla imtihan oldum, bitti. Yok arkadaş, google’lamasam yılını bilemeyeceğim başka olaylar, başka yaftalamalar, başka sorular, başka sunumlar, başka hatırlatmalar. Biter mi sandınız acılar?


Lütfen: “Bu bizim merve mi ya” diye çok sorgulamayınız, araştırmayınız. Sadece yorgunluğumu ifade etmek istedim. Benim gibi yorgun hissedenler vardır belki de burada üzerine konuşuruz diye. Yoksa çok şükür öğrendim “olanda vardır bir hayır” demeyi, hikayemi sürekli başa sarıp “başka türlüsü mümkün müydü?” diye sormayı bırakmayı. 

Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. 


İmza: Herhangi bir merve.


(Bu yazıyı 2020'de Halenur Çalışan'ın yazarlık atölyesinde yazmıştım. Bir tarihle ilgili bir yazı yazın demişti, ben de 28 Şubat'tan bahsetmeyi hiç sevmem, yazayım da bitsin gitsin kurtulayım diye yazmıştım. Bitmedi ama iyi oldu. Reçel'e gönderdim mi hatırlamıyorum. Ama belli ki göndermek için düzenlemişim.)


28 şubat

 Dün 28 şubatmış. Yeminle hangi yıla denk geldiğini bilmiyorum ama 33 yaşındayım, hala etkiliyor beni. Koca koca böyle ağız dolusu küfürler etmek istiyorum. Gencecik halimde “biz büyüyünce böyle adaletsizler yapmayacağız” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra büyüdük ve benim böyle koca koca küfürler etme isteğim devam etti. Ağzım açık kalakaldım. “Biz” kimmişiz üzerinde epey düşündüm. Allah’ım sen beni bu dünyada da ahirette de salihlerle beraber kıl. Amin.

27 Şubat 2023 Pazartesi

Rızık nedir?

 Bugün bir öğrencim “rızık nedir” diye sordu. Sonra oradan çıktım, Serdar Hoca’yı ve oğullarını aldım. Hacı Teyzelere gittik hep birlikte. Yedik içtik, elhamdulillah, muhabbet ettik. Sorda Serdar Hoca bülbüllü bir şarkı söyledi. Asr suresini okudu ve kapanış. Bu rızık değildir de nedir?




24 Şubat 2023 Cuma

Telefonum Çalındı

Bundan bir önceki gönderiyi yayınladıktan bi 5-10 dakika sonra. Oturduğum cafede masaya biri geldi. ben dilenci sandım, kovdum, kovdum, gitmedi. tekrar geldi. Önüme saçma salak bir kağıt açtı. meğer alttan telefonumu çalmış. Sonra gitti. Gittiğini gördüm. Ben başörtülüyüm ve tekim diye duygularımı sömürdüğünü sanmıştım. Tam bunu anlatıp tivit atacaktım ki baktım telefonum yok. Hemen bağırdım, yan masadakilere eşyalarımı emanet ettim. Peşinden koştum, ama ne yapacaktım ki? Kayıplara karışmıştı. 

Kendimi çok aptal hissettim, tacize uğramış gibi de hissettim. Bir anda oldu ve geri alamadım. Halbuki bir haftadır gözüm gibi bakıyordum, sokakta haritaya bile bakmamaya çalışıyordum ki gözükmesin. Telefonun sigortası yoktu, çok pahalıydı ve eşimin hediyesiydi. Çok üzüldüm. Yan masadaki kadın "benim iki kere çaldılar, bir keresinde elimden zorla aldılar, yanımda bebek vardı" dedi. O zaman "en azından zor kullanmadılar ve bana bir şey olmadı" diye şükrettim. Ama kendimi berbat hissettim. 

O benim malımdı ve benden izinsiz aldılar. Ha bu arada ben dilenci kağıt açtı diye, benim eşyalarıma o pis kağıdı nasıl sürer diye kızmıştım. Meğer o pis elleriyle benim çok sevdiğim telefonumu çalmış. Alçak! Bir de diyorum ki, ne salak ya baygın bile bakmıyor. Gözümün içine bakıyor ama bık bık bık değil. 

İslam'da üç şeyi korumak gerekir, aman beş şeyi, din, hayat, akıl, mal, nesil. Buradaki "mal" hep şaşırtmıştı beni. Artık şaşırtmıyor. Gerçekten Kabe'nin kapısında dua ederken gelip de popomu avuçlayan adamın hissettirdiği gibi hissettirdi. O benim yani, ona nasıl el uzatabilirsin? 

O zaman da günlerce kendime gelememiştim, "birileri çok büyük kaybetti" demiştim. Şimdi de benden güvenimi aldı, ben her insana karşı şüpheyle mi yaklaşıcam yani? Ben insanlara güvenirim. Hele de öyle beyaz tenli, kara kaşlı kara gözlü güzel genç kızlara nasıl güvenmeyeyim? 

Neyse, çaldılar telefonumu. Ben kafeden polise telefon açtım, o an fark ettim ki eşimin telefon numarasını ezbere bilmiyorum. Mail atsam da gelse beni alsa olur mu dedim ama o da tam kesin çözüm değil, hemen görmez falan. Otobüse binsem şimdi otobüs de kalablık, okul çıkışı, bir de onu beklicem. En iyisi yürüyeyim dedim. Estağfurullah, estağfurullah diye diye yürüyorum ama o ayakları böyle sanki sopaymış da öne atıyormuşum gibi kullanıyorum. 

Ev, benim güvenli alanım. Bir yandan anahtarla açıp bir yandan zile bastım ve koyverdim ağladım. Çok kötü bir şey oldu, telefonumu çaldırdım dedim ama ağlamaktan diyemiyorum. Bir yandan çok fena tuvaletim gelmiş, bir yandan terlemişim, bir yandan ağlamamı durdurup anlatmaya çalışıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum ve tamamen kendimi kocama emanet ediyorum, o sağduyulu biri, tüm adımları söyler bana ne yapacağımı diye. 

Gözümün önünden hırsız gitmiyor. Anlatıp rahatlatmak istiyorum ama anlatabileceğim kişi kocam değil. O da zor bir durumda şuan. Sim kart çıkartman lazım dedi. Benle gelir misin dedim. Geldi. Telefon numaramı söylerken sesim ağlamaklı oldu. Telefoncudaki kız sorry bile demedi. İnsan azıcık insan olur. Neyse. Sonra eve geldik. Gel yeni telefon alalım dedi. Nasıl yani? Madem gidip hemen alabiliyoruz, neden sana da almıyoruz? dedim. Hop yeni bir tartışma konusu. 

Benim bluetooth klavyemle kafede bir şeyler yazarken telefonumu çaldırdığımı öğrenince çok sinirlendi zaten. Ona kadar iyiydi. Ama onun asla sevmediği şeyler, kafede yazı yazmak. bluetooth klavye falan. bilgisayar taşımaktan daha hafif ve mantıklı geliyor bana ama ona göre gösteriş yapmak. hayat tarzına, yaşayışına bakılırsa anlaşılır. ama bana bakınca da anlaşılır. Neyse, bağırış çağırış, bir sürü işin aksayışı, özür dileme ve kapanış.

Bu musibetin şöyle bir hayrı oldu. Günlerdir deprem bölgesiyle yatıyorum, depremzedelerle kalkıyorum. Tüm rüyalarımda arabaya biniyorum, Maraş'a doğru gidiyorum. Ama benim kıymetli bir malım çalınınca resmen şey oldu: Merveciğim sen Londra'nın kuzeyinde, Türklerin yoğun olduğu bir bölgede yaşıyorsun. Burası güvenli değil. Cebine, cüzdanına, kapına, pencerene sahip olmalısın. Elinde kıymetli ne var? Onlara sahip çıkmalısın.

Biz evin kapısını bile doğru düzgün kilitlemiyorduk. Artık kilitliyoruz.

Allah'ım sen koru.

Ha bir de, eşim kimseye söyleme dedi çalındığını, aramızda kalsın olur mu? 

Ayrıca yeni aldığımız telefon tamamen aynısı olmasına rağmen sanki öteki kadar "canavar" değil, biliyor musunuz? Sanki böyle her şeyiyle mükemmel değilmiş gibi. Çok tuhaf.

Ha son olarak, daha kötüsü olabilirdi kısmını düşünrükern şöyle bir aydınlanma yaşadım: yahu hırsızlığı yapan ben olabilirdim, çok şükür ben değilim dedim.

insanlar koca koca kitlelerin önüne geçip alenen yalan söylüyor, hırsızlık yapıyor. Bizim buraya taşınma sebeplerimizden en önemlisi de hırsızlara para kaptırmadan iş yapabilmekti. Yani rüşvet vermeden, birilerinin cebini doldurmadan, hakkaniyetli iş yapabilmek. 

Gittik burada telefonu kaptırdık iyi mi? 

Ayrıca polise bildirim yapıyorsunuz ama "bir şey çıkmaz" diyor herkes. Gerçekten İstanbul bu konuda çok güvenli. Bizde kapkaçın önünü çok güzel kestiler. Bunlar niye kesemiyor?

Halen daha mafya da var zaten buralarda. Şu kebapçı haraç vermiyor diye önüne etten duvar örmüşler falan diyorlar. Neler, neler. Eskiden daha betermiş diye anlatıyorlar hep.

Ben de anlatanların yalancısıyım ama şimdi emin olmadığımız şeyi de yaymamak lazım değil mi? Neyse şey diye dursun burada, Londra'da böyle dedikodular varmış.

Bunlar da belki tarihi veridir.

21 Şubat 2023 Salı

Yazma çabalarım

 Günlerdir aklımda yüz bin tane yazı var. Oturup bunları bloga yazayım diyorum. Hep de gece diyorum. Sonra diyorum ki, gece gece ekrana bakmayayım şimdi, uyuyayım. Tabi uyumak için de nefis yemek tariflerinden yemek tarifi bakıyorum. Anne köftesi nasıl yapılır, dolapta kıyma var, kıymalı hangi tarifleri yapabilirim falan filan.

Bugün charity’e giderken yanıma bluetooth klavyemi aldım ki çıkışta oturup bir yerde yazayım. Çıktım, şuan kafeye geldim, saçma sapan bir alışveriş yaptım ve oturup yazıyorum. Yan masada Türkler var ve onları dinleyip de asabım bozulmasın diye kulaklık taktım, onda da Ahmet Hakkı Turabi çalıyor, Allah razı olsun. Sermayem olan ömrümün bittiğini haber veriyor. Yandaki Türklerden çok daha hayırlı sözler söylediği kesin.

Ben de nasıl bir Londra’da yaşıyorum arkadaş, herkes Türk. Bir de ben gelirken burada sadece eğitimli üst düzey Türkler var sanıyordum. Ahahaha. Bir gülesim geliyor şuan. Merveciğim tüm o hayallerinin, tahminlerinin gözlerinden öperim.

Sabahtan beri de zihnimde yazıları döndürüp duruyorum ama gerçekten ne yazacaktım? Hiç bir fikrim yok. Dün çok kızgındım, onu mu yazmak istiyordum acaba? Günlerdir kabus görüyorum onu mu yazacaktım acaba?

Nimet Büşra’nın yazısı beni çok etkiledi. Sanki Saramago’nun Körlük kitabını okuyor gibiydim. Onla ilgili mi yazacaktım acaba? 

Bu deprem benim kişisel hayatımdaki travmaları hatırlatıp duruyor bana. Onu mu yazacaktım? Ve benim abimin bir gecede apar topar yurtdışına taşınması aslında beni öyle böyle değil, accayip etkilemiş, onu fark ediyorum şuan. Öteki abimin gidip de gelememesi ayrı bir olay zaten. Sürekli rüyamda abimleri görüyorum. Bir insanın kaç tane ailesi olabilir ki? Şimdi ben evlendim, benim minik ama kocaman bir ailem var. Okey. Ama bir de benim annem, babam ve abilerimden oluşan bir abim var. Onların da abileri var, anneleri var. Kafam yanıyor var ya. Akrabayı gözetmek gerekir mesela o akraba nereye kadar? Ben daha abimle doğru düzgün görüşemiyorum? Ya da bazen sinir oluyorum. Böyle omuzlarına, o güçlü kuvvetli kollarına vurasım geliyor. Nasıl yaptınız bunu siz nasıl düşebildiniz? Siz beni kurtaracak değil miydiniz? Nasıl oldu da ben sizi kollar oldum diyesim geliyor.

Tüm bunlar karışıyor. Geçen rüyamda bir yokuştan aşağıya iniyorum, yola çıkacakmışız, beni bekliyorlar diye acele ediyorum. Sonra eşime doğru koşuyorum, sonra bakıyorum o abim oluyor. Koşup koşup üstüne zıplıyorum, bi sarılıyorum, bis sarılıyorum. Kafayı yersin. 7 yıl mı oldu görüşmeyeli, kaç yıl olduysa. 2 evladını toprağa gömdü, bir tane evladı var, hala tuvaletini bezine yapıyor ama bıcır bıcır konuşuyor, kaç yaşındaysa işte. Aşırı tatlı sevmelik bir kız. Görseniz, hüngür hüngür ağlarsınız. Bir şekilde badisini gönderdiler bana kilitli buzdolabı poşedi içinde, kokladım, kokladım, kokladım. Çok güzel bir kız gibi kokuyor. Zaten oğlan dayıya, kız halaya benzer derler.

Ben herkesin kokusunu özledim. Acaba onlar da benim kokumu özlüyorlar mı? Sonuçta ben de o evin bir ferdiydim, sürekli annemle kavga ederdim. Süslenir, püslenir, saçlarımı ince ince örerdim. Üç telim var, ikisi de örerken döküldü diye abim söylenirdi. Sonra ben böyle mavi far sürmeli kendimi güzel zannettiren makyajlar yapardım. Küçüklüğümden beri ama çok büyümüyordum zaten o evde. Ne bileyim, abime blöf yapardım, çay koyayım mı derdim, o da ben alırım derdi. Ama aslında ikimiz de blöf yapardık yani, karşıdaki kalksın da alsın isterdik. Bunu fark edince gülerdik. Ama severdim yani abimi, o gelince çay demlerdim. Yengemi evde yalnız bıraktı da geldi diye üzülürdüm. 

Ben yengemi bile nasıl özledim biliyor musunuz? Onun kahkahalarını. Böyle ışık açma kapama düğmelerinin üstünde bile parıl parıl taşları vardı. Gülerdik, bu kadar da süslü olunur mu derdik. O kadar severdi ki, taşı tuşu alı pulu. Başkasında olsa kro derdik ama asla kro olmazdı, tam bir kadın, tam bir şıkıdım şıkıdım. 

Bir kere ben yine terapiye gitmiştim, kocaman bir çiçek alıp. Pardon, kocaman bir çiçek almak istemiştim ama bulamamıştım, minik ama pembe çiçeği olan bir kaktüs alıp gitmiştim. Hatice demiştim, bir terslik var, bunu çözelim. Ben bir adamla tanıştım, bunu kaçırmamam lazım. Ama böyle bana bakmasın bile istiyorum. Yaklaşmasın, görmesin güzelliğimi istiyorum. Yani yüzüme bile bakmasın anlıyor musunuz? Halbuki o gün, o ay için dört tane bilet almıştım. Yani ben her ayın başında şehirde hangi etkinlikler ver, oturur bakar kendime bilet alırdım. Bu sefer “madem birbirimizi tanımak istiyoruz, biletleri ona da alayım” demiştim. Hep o bir adım atıyordu, ben adım attım diye çok sevinmiştim. Akşam buluşunca, arabaya biner binmez “ben dört tane bilet aldım” demiştim. Hatta böyle dolu dolu sevinmişti. Uçmuştu yani, onu hissetmişti. Maksimum “teşekkürler” falan demiştir yani, adamı tanıyorum ama hissetmiştim onu. Ay canım. Neyse sonra yemeğe gittik. Bu arada beni Bağlarbaşı’ndan aldı, İsam’dan yani, Kuzguncuk Metet’e indik, o kadar kısa bir mesafede. Ben Metet’te buna sinir olmaya başladım, bana bakıyor, yemeğini ye, soğutma diyorum. 

Neyse işte sonra soluğu Hatice’de aldım, o da deşti, deşti, deşti. Meğer ben abimi özlemişim, o çıktı meydana. Sonra böyle bi ara bana çok kötü kokuyo gibi geldi, hatta yengemi aradım, yenge bak kimseye söyleme ama bu adam kokuyo dedim. Ama önceden kokmuyordu, sonradan kokuyordu. Abim de kokuyor muydu dedim. Yengem bastı kahkahayı. Kokuyordu Merve, sen ona söyleyeceksin, ben böyle severim diyeceksin dedi. Zaten ben anlıyordum, o psikolojik bir şeydi yani. Kaç aydır kokmayan adam yeni mi kokmaya başlamıştı? 

Zaten bu koku olayı beni çok zorluyor. Mesela İstanbul’a gidiyorum. Annemin evi artık başka kokuyor, aramızda kalsın ama yaşlı evi gibi kokuyor. Benim evim, yeni evlendiğimdeki ev gibi kokuyor. Hala böyle arada bir yerde kocamın eski evinin kokusu da olabiliyor. Sonra kayınvalidemlere gidiyorum, kafayı yiyecek gibi oluyorum. Bu sefer de başka bir koku. Herkes aynı deterjanı kullansa olmuyor mu sanki? 

Deterjan demişken, persilin renkliler için olan deterjanını aldım,  tüm havlular küflenmiş gibi kokuyor yani iğrenç. Gerçi tesco’nun lavantalı deterjanı da öyle kokuyordu. Acaba bizim ev mi kötü kokyuor? Ama beyazlar öyle kokmuyor. Deli olcam, bir ülkeden başka bir ülkeye geçince deterjanın oturması bile yıllar alabiliyor. Biz geleli 2 yıl oldu, en mükemmel kireç sökücüyü yeni bulabildim. Renkliler için deterjanı hala bulamadım. Zaten su kireçli, kıyafetlerim çok çabuk eskiyor artık. Ah ulan.

Uyan uykusu çok gözlerim uyan diyor şimdi de Ahmet Turabi Hocamın albümündekiler. Fatih Koca’nın sesine de benziyor ama bilemedim şimdi. Uyan demişlen, gece çok zor uyuduğum için sabah da uyanamıyorum. 10’da iş başı yapmam lazım charity’de. Ona bile güç bela yetişiyordum. Dün Matt’e dedim ki, ben 11’de gelsem olur mu? Kahvaltıdan sonra aceleyle de olsa kahvemi de içip geldim. Resmen insan gibiydim bugün yahu. Uyku düzenimi değiştiremeyince etrafımı ona göre değiştirmeye başladım iyi mi? İyi yani.

Bu sıralar biraz saçma sapan alışverişler yapar oldum. Mesela aslında daha karnım aç bile dğeil, humuslu mumuslu bir yiyecek aldım. Yanına da içecek, 10 pound verdim. Yani bi portakal suyu alsaydım, 3 pounda oturabilecektim. Evim de 15 dakika ötede. Hayır yani ben bu paraya 2 lahmacun falan da yerdim. Ama işte güvendiğimiz helal lahmacuncu evime yürüyerek 15 dakika değil. Olsun, bir gün o da olur inşallah.

Bir süredir hayatımı düzene sokmak istiyorum. Ben düzene sokmak istedikçe daha da berbat oluyor. Hayatımda ilk defa bir kot pantalonum yırtıldı. Yani hep dizim yırtılırdı ama bu sefer sığamadığım bir tarafları yırtıldı. Bir de bu büyük beden. Bir tek bu oluyor diye, sürekli bunu giyiyorum. Yeni de almıyorum ki zayıflayınca alırım diye. Kiloluyken zaten yakıştıramıyorum bir şey. Yani yine de yakışanı bulabiliyorum. Zaten diyetisyen senin fazla bi kilon yok, bunu kıyafetle saklarsın demişti. Ben de “Allah Allah, saklanır mı ki?” Demiştim. Ya zaten hala güzelim de işte böyle hantalım falan anlıyor musunuz? Ve bunu kabullenmek de istemiyorum. Ben bir mağazaya girdiğimde her kıyafetten alabiliyor olmak istiyorum. Metroda oturduğumda insanlara değmek istemiyorum, fazla yer kapladığımı hissetmek istemiyorum.

Sonra da hemen şöyle diyorum. Fazla yer kapliyim yani ne olacak? Daha çok Merve işte. Ben güzel biriyim, renkli biriyim, ışıldıyorum. Parlasın işte etraf.

Ama işte bazen de kendimi böyle soğuk mercimek çorbası gibi hissediyorum. Garip bir yeşil, aslında kırmızı mercimekmişim de zaten pişince böyle sararmışım, yeşermişim, bir şeyler olmuş. Bir de dolaba girmişim, iyice donmuşum. Heh işte öyle olunca da kimse beni görmesin istiyorum. Ama işte kapı gibiyim, nereye saklanacağım?

Sanatçının kitabı yolunda her gün 15 dakika yazı alıştırması yapmamız söyleniyordu. Bu öyle bir alıştırma olsun mu? Olsun.